Bu Blogda Ara

18 Kasım 2011 Cuma

Düşünmek ve Düşündürülmek

Toplum dediğiniz olay nedir? İnsanlar neden toplum denilen kavrama ayak uydurmak zorundadırlar? Toplumun insanlara dayattığı şeyler özünde neler barındırıyor hiç düşündünüz mü? Bence bir ara düşünün. Ne diyorduk evet toplum. İnsanlar doğarlar ve bir süre sonra toplumun parçası olurlar. Hayır yaş olarak demiyorum hani insanların dünyaya geldikleri andan itibaren içindeki bulundukları konum, onları toplumun bir parçası yaptığından zamanla toplum kademesinde yükselirler. Anasınıfı da bir toplumdur, yüksek lisans sınıfları da bir toplumdur, caddede farkında olmadan birlikte yürüdüğünüz insanlar da bir toplumdur ama asıl olay bu saydığım toplumlardan herhangi birinin sizlere iyi olarak lanse ettiği şeyleri sizin gerçekte yapmak isteyip istemediğinizdir. Genel olarak topluma göz attığınızda sizden öğretim alanında başarılı olmanız ve iyi bir işe, eşe sahip olmanız istenir. Topluma olumlu anlamda katkı yapmanız beklenir. Peki neden? Neden bu bekleniyor ki? Marx’ın belirttiği gibi olayın temelinde sadece ekonomi mi yatıyor? Paran olmazsa toplumda bir yerlere gelemezsin. Kariyerin olmazsa insanlar seni ayıplar. Farklı giyinirsen insanlar sana iyi gözle bakmazlar. Peki, insanlara bu düşünceleri kim empoze ediyor? Asıl soru bu değil mi? Bir insanın seks yapması yanlış lanse ediliyor ama neden yanlış. İnsanlara bunun yanlış olduğunu düşündüren şey ne peki? Tek başına din demek biraz kendimizi kandırmak olur. Tamam din de bu etkenlerden biri belki de en önemlisi lakin bu kadar basite indirgemek, toplumda seks yapmaya verilen negatif tepkinin çok altında kalması demektir. Belli şeyleri sadece din veya ekonominin arkasına sığınarak açıklamaya kalkmak çok yanlış olur bence.
Toplumda üniversiteye girmek bir başarı sayılıyor. Üniversiteden iyi notla mezun olmak başarı sayılıyor. Neden? Başarılı notla mezun olmak bir insanı neden iyi bir konuma getirsin ki? Öğretimi veren kişinin karşıdaki kişiye hitap etmemesi neden göz ardı edilir? Bir şeyin farkına varalım önce. Günümüzde devlet üniversiteleri denilen kurumlar tamamen kontrol altında. İnsanların düşünmesine izin verilmiyor. Düşünüp sesini yükseltenler hep suçlu oluyor. Hiç düşündünüz mü Siyasi Bilimler Fakültelerinde veya İİBF Fakültelerinde neden ders kitapları seçilirken asla Rus yazarlar seçilmez? Neden Almanya hem ülke olarak hem toplum olarak hiç geçmez? Çünkü insanların bir şeylere uyanmasını devlet istemez. Devletin kontrolündeki üniversite kurumları da bunu engeller. Bir insan belki de hayatının şekilleneceği gençlik yıllarında düşünmeyi öğrenirse, hümanizm akımının farkına varırsa o zaman devlet tehlikeye girer ve haliyle neden ve nasıl inşa edildiğini bilmediğimiz toplum da tehlikeye girer. Belli yapıların sarsılacağı izlenimi ortaya çıkar. İnsanlara üniversitede empoze edilen şeyler sınavlara girmeleridir, ödev yaparak zaman kaybetmeleridir. Neden ödev metinleri hep araştırma yapılarak belli düşüncelerin kağıda aktarılmasından oluşur? Neden sınavlar belli kalıplardan oluşur? Neden bunların hepsi yazıya dökülmek zorundadır? İnsanlar düşünmesinler diye. İnsanların fikirleri can bulmasın diye. Düşünmesi yasaklanan insanlar, zihnindeki şeyleri kâğıda dökmede başarısız olurlar ki devletin dolayısıyla toplumun sizden beklediği de budur aslında. Düşünebilen insanlar zihnindekileri kağıda dökerken klişe kalıplar kullanmazlar. Sivri dilli olurlar çünkü düşünebildikleri için toplumun dayattığı şeyleri reddederler. Türk toplumunda ırkçılık hala üst düzeyde. Bunu sadece Türk-Kürt ayrımı için söylemiyorum. Genel olarak belli klişelere saplanıp kalmış insanlar belli düşüncelerin içinde yüzerler hep. Toplumda kadına biçilen rol hep ikinci sınıf insan muamelesi olmuştur. Eşcinseller bu ikinci sınıf kategoriye bile girememektedirler. Peki neden? İnsanlar neden böyle düşünmek zorunda bırakılıyor? İnsanların geniş düşünmesi neden engellenir? Din mi böyle emrediyor, aileniz mi böyle öğretiyor sizlere? İnsanlar neden sistemdeki düşünceleri düşünmek zorundadırlar hep? Ben genel olarak farklı düşündüğüm için sanırım insanların arasında sırıtmaktayım. Fotokopilerde fosforlu kalemle üstü çizilen kısım olma isteğim dikkat çekmekten değil, o cümledeki anlamın içeriğinden ve özgünlüğünden kaynaklanır. Benim gibi düşünen insanların çevremde olması da ayrı bir güzellik katıyor. Azınlık olmak güzeldir aslında düşüncelerin özgünlüğü ve dağılmamışlığı cezbeder insanı. Çok sevdiğim bir arkadaşım da benim gibi düşünür. Onunla oturur konuşuruz saatlerce ve hep farkındalığın insanlara fark ettirilmediği sonucuna ulaşırız.
Yukarıda bahsettiğim toplumu oluşturan insanlar düşünen insanlar değil, düşündürülen insanlardır. Kendi düşünceleri fark ettirilmeyen bu insanlar sadece belli klişelerin bedenlerle canlandırılmış halidir. Öyle komplekslerle yaşıyor ki insanlar sadece biraz farklılık bile insanları korkutmaya fazlasıyla yetiyor. Nefret duygusu insanlara öyle empoze edilmiş ki toplum aslında insanların nefretlerinin bir bileşimi olmuş durumda. Bir insan başka bir insandan nefret edebiliyor. Biraz daha küçültürsek aynı ailedeki insanlar birbirinden nefret edebiliyor. Severek evlenen insanlar zamanla nefret ederek ayrılıyorlar. Kimileri çocuğundan nefret ediyor sırf farklı(!) olduğu için. İnsanları anlamaya çalışmaktan ziyade, bu düşüncelerin ortaya çıkış sebeplerini ve zamanlarını araştırmak daha doğru olacaktır. Farklılık demişken bizim düşündürülen insanlardan oluşturulan toplumumuzda bir fikir hakim: farklı insanlar toplumda barınamaz. Varsın sizin toplumunuzda barınmasınlar. Bu aslında o insanlar için bir sorun mu? Bence bırakın sorun teşkil etmeyi zihinde yer kaplayacak söz öbeği bile oluşturmuyor. Eşcinseller dışlanıyormuş. Bir insanın öyle olması ayıp bir şeymiş veya en saçmasını söyleyeyim; eşcinsel olmak hastalıkmış! Hiç aynaya baktınız mı ey böyle düşündürülen insanlar? Hiç kendi varoluşunuzu sorguladınız mı? Sorgulamanıza izin verilmediği için asıl hastanın siz olduğunu göremiyorsunuz. Ne yani sağlıklı sevgi bir penis ve bir vajinadan mı meydana geliyor? Sağlıklı bir sevgi bir erkek ve bir kadınla mı ortaya çıkıyor? Kimse kimseyi kandırmaya çalışmasın lütfen. Benim eşcinsel olduğumu düşünebilirsiniz belki ama hayır değilim. Benim derdim düşündürülen insanların, düşünebilen insanların saf sevgilerini anlayamaması. Düşünebilen insanların en az kendi düşünceleri kadar temiz ve el değmemiş sevgilerinin insanlar tarafından anlaşılmıyor oluşu aslında topluma empoze edilen nefretin de temelini oluşturmakta. İnsanlar bu tür şeyler duyduklarında öyle tepkiler veriyor ki gerçekten şaşırıp kalmamak imkânsız. İnsanlar öyle düşüncelere itilmişler ki, öyle düşündürülüyor ki bu derece saf olan şeyleri gördüklerinde şaşırıyorlar, anlayamıyorlar. Onlara empoze edilen sevgide bir kadın ve bir erkek aile kurarlar. Belli bir süre çocukları olur. Topluma katılırlar. Ürettikleriyle toplumun gelişmesine katkıda bulunurlar. Her gün işe gidip gelirler, akşamlar dizi izlerler sonra uyurlar falan filan. Hayır hayır orijinal bir toplum bu değil. İnsanlar bu hayatlarını düzenli ve iyi bir hayat olarak nitelerler ve sizden de bunu beklerler. Siz bu toplum kuramının dışına çıktığınızda ise dışlanırsınız. Olayı sadece eşcinsel olan veya olmayan olarak sınırlandırmıyorum da çünkü bu tür saf ve el değmemiş sevgiyi sınırlandırmak bana düşmez, kimseye düşmez. Aslında fark ettim de onlar farklı ve topluma layık değiller. Çünkü onlar düşünebiliyor, sevebiliyor, anlayabiliyor. İnsan olduklarının halen farkındalar. Onlar için hayat düşündürülmek değil düşünmekten ibaret. Umarım ben de düşünebiliyorumdur. Umarım ben de sevebiliyorumdur. Gözünüzü açın ve varoluşunuzu sorgulayın. Din, ekonomi, seks gibi şeylere takılıp kalmayın. Hayatın ne olduğunu keşfedin. Düşünebilmeyi keşfedin, insanlığı keşfedin. Dini de yaşayın, iyi bir geliriniz olsun, sevdiğinizle çılgınlar gibi sevişin fakat düşünmeyi asla unutmayın yoksa bir süre sonra siz de düşündürülürsünüz ve toplumun bir parçası olursunuz…

9 Ekim 2011 Pazar


Bir pazar sabahı. Sert rüzgar ama hafif bir yağmur hakim havada. Rüzgar, yağmur damlalarını tenimle tanıştırıyor. Ceketimin yakasını kaldırıyorum içime rüzgar girip anıları canlandırmasın diye. İnsanlar geçiyor yanımdan, aldırmıyorum. Kaybeden olduğumu gördüklerinden belki kısık gözlerle bakıyorlar bana, takmıyorum. Belki de hayat trafik ışıkları gibidir. İlerlediğimizde bizi durduran mutlaka bir şey oluyor. Durmak istemesek de durmak zorunda olduğumuzu biliyoruz. Hayatın bir dayatması daha, gülüyorum içimden. Suya dokunuyorum, titreşim etkiliyor beni. Ciğerlerime dolan hava ruhum kadar kirletilmiş. Boğuluyorum, düşüyorum...

7 Ağustos 2011 Pazar

Kırık bir kalbin hikayesi. Haketmediği şeyler duyan bir adamın isyanı. Yüzündeki ve kalbindeki tüm gülümsemesi alınan bir erkeğin haykırışları. Bu bir yok oluş filmi.

Zaman değişir, insanlar değişir. Esen değişim rüzgarları etkisine alır insanları. Onları alır götürür uzaklara. Kimi zaman karakter değişir, kimi zaman para olur karakter. Kimi zamansa egolar assolist olarak çıkar sahneye. Spot ışıkları onun üzerine çevrilir ve o şovunu kusursuzca sergiler..

Hatırlıyorum da onu seçmiştim evlendiğimde şahidim olsun diye. O stres dolu günde hep benimle olsun hep yaptığı gibi yine götümü kurtarsın istemiştim. Bilirdi karanlıktan ve tek kalmaktan çok korkardım. Evde tek kaldığımda hep onu çağırırdım. Gelsin iki bira içelim, sohbet edelim derdim.

O da sevmişti be beni müdür. Bana kardeş demiş kol kanat germişti. Her zaman yanımda olmuş, bir dediğimi iki etmemişti. Hep gülmüş, hep güldürmüştü. O candı. Her daim hep olması gereken yerdeydi. Kimi zaman beni sırtında taşımış, kimi zaman kendini hiçe sayıp elinden geleni yapmıştı benim için.

Sanırım benim devrim kapanıyordu. Çoktan biletimi kesmişti. Çoktan ilk giden trenle uğurlamıştı beni.

Bugüne kadar beni öz kardeşinden ayırmayan adam, meğerse yıllarca nefret biriktirmiş içinde bana. Yüzüme gülmüş ama hep susmuş, içine atmış. Kardeş değil kalleş gözüyle bakmış bana. Asla büyümeyen ve büyümeyecek olan ben meğerse ne kadar dert olmuş ona. Kişisel egoları aslında aramızdaki bağın önüne geçmiş.

Aramızdaki bağ, değişime dayanamamıştı. O kendine bambaşka bir hayat ve insanlar seçmişti. Benim gitmemi kibarca söylemeye çalıştı kendince. Beceremedi.

Terkedildim, aldatıldım, birçok kez haksızlığa uğradım. Bunların hiçbirini asla takmam, olan olmuş der geçerim. Ama bu çok farklı. Sevdiğimi, canımı, her şeyimi gözüm kapalı emanet edebileceğim nadir birkaç insandan biri beni çıkardı hayatından. Hayatımın en büyük kazığını attı ve çekti gitti. Bros before hoes dedim yıllarca. Bundan ötesi yoktur dedim. Bu felsefeyle çıktım her maça. Ama hayatımın golünü yedim ondan.

Bilmez ki Emre uçurumun kenarında. Bilmez ki Emre bin bir gecede bin bir düşmanla boğuştu. Bilmez ki Emre aslında birçok kez öldü. En önemlisi; bilmez ki Emre onu çok özledi…

Kendine iyi bak kardeşim. . .

3 Ağustos 2011 Çarşamba

Yine uykusuz bir gece. Yine düşünceler dört bir yanımda. Yine karanlık.

Uykuyu sevmediğim zaten yakınlarımca bilinir. Özellikle Sakarya’da geceleri hiç uyuyamam. Uyku saatlerim de genellikle 3-5 saat ile sınırlıdır. Fazlası zararlı gelir bana. Gün içinde kendimi iyi hissettirmez. Gerek de yok zaten.

Nedendir bilmediğim bir şey bu aralar bende. Çekip gitmek istiyorum. Sanırım bu hayatta daha fazla sıçmadan siktir olup gitmek istiyorum. Ailemin yüzüne daha fazla bakmadan defolup gitmek istiyorum. Düşüncelerim, bedenimle uyuşmaz oldu. Sanırım batıyorum.

Bambaşka bir yerde, bambaşka bir başlangıç istiyorum. Her şeye sıfırdan başlamak istiyorum. Zamanında koparıldığım yerlere yeniden gelmek istiyorum. Düşüncelerim yüzünden haksızlığa uğramak değil benim derdim. Onlar gelip geçici şeyler. Takılmıyorum bunlara fakat ben başka şeyler istiyorum. Elimden alınan, elimden kayıp giden şeyleri geri istiyorum. İmkansız biliyorum ama istiyorum.
Daha fazla zarar verebilir miyim bilmiyorum. Bilmek de istemiyorum.

Saat 04.48 ve ben yine batıyorum. Güneşle ters orantılıyız. Ben onun ışığını hiç görmem. O benim varlığımı hiç fark etmez.

Saat 04.49 ve hatırlayın; Bir adam yalan söylediğinde, dünyanın bir parçasını öldürür.

Saat 04.50

Saat 04.51

Saat 04.52 Düşüyorum

21 Mayıs 2011 Cumartesi

BEN BENİ BANA SORARKEN




Yoruldum. Eski gücüm yok. Belli bir noktadan sonra taşıyamıyorum insanları. Sıkıldım.

Gitmek istiyorum aslında. Her şeyi ve herkesi arkamda bırakıp gitmek. Bilinmeyen bir yerde yeni bir başlangıç yapmak. Beni gerçekten sevenlerin beni anladığını düşünerek onları arkamda bırakıp gitmek. Benim için iyi dilekler dilediklerini umarak vazgeçmek onlardan. Düşündüm.

Haksızlıkla savaş halindeydim. Verdiğim mücadelenin özü budur aslında. İnsanların üzerimdeki iktidarlarını kullanarak beni ezmelerinden sıkıldım. Olay yaşla alakalı da değil. Sınıf farkının olduğu yerlerden sıkıldım. Neden soyut ve basit bir iktidar gücü benim ezilmemi sağlasın ki? Anlamıyorum. Sustum.

Zamanın her şeye ilaç olması mı tek çözüm? Neden zaman içinde kaybolalım ki. Zamanın bizi ele geçirmesine neden izin verelim? Daha önce olsa çok daha iyi olacak bir olayın neden ‘zaman’ kavramına bağlı kalarak sonradan kendiliğinden gerçekleşmesini bekleyelim? Sorunun temelinde yatan nedenlerden biri de budur aslında fakat bu mücadelede düştüğümü hissediyorum. Kaybettim.



Düşünceler aslında her insanın içinde başka bir insan olduğuna işarettir. Anlık tepkilerde ortaya çıkan farklı insanlar aslında çevrenizin ne kadar geniş olduğunu belirtir. Mutlu anında size gülümseyen insanla kızgın anında size negatif tepki veren insan farklı insanlardır. O iki insandan bir sentez olmaz. Bir insan asla su değildir. Aldığı nefesle doğru orantılı olarak sürdürdüğü hayatı onun asla bağımsız olmadığını gösterir. Bu iki insanla ortaya çıkan bu karakter çatışması da bu bağımlılığı arttırır. Bağımsız olmaya çalışanlar da oldu. Biri de bendim. Yanıldım.

Bazı insanlar aldım hayatıma. Aslında aldığım insan sayısı yanılttı beni. Sadece birer kişi olduklarını düşündüm. Olayın matematiksel boyutu, mantıksal boyutuna ağır bastı. Hayatıma giren bu bazı insanların verdikleri farklı tepkilerle diğer karakterlerini yani diğer kendilerini ortaya çıkardıklarını hesap edemedim. Sonuç olarak dünyam bu kadar nüfusu kaldıramadı ve çöktü. Pozitif duygular, negatif duygulara kaybetti. Sevgi, nefrete kaybetti. Aşk, aldatmaya kaybetti. En önemlisi ise seks, sekse kaybetti. Anlayamadım.


Soyutluğa kaptırdım kendimi. Hissetmek gibi. Başarılı olamadım. Soyutluğun içinde kendi somutluğu kaybettim. Soyutlukta olması gereken soyutluğu sezemeden, kendi somutluğumun sorumluluğunu kaybettim ve farklı karakterlerimin savaşına şahit oldum. Benim, beni nasıl parça parça öldürdüğüne tanıklık ettim. Zaman kavramında duygularımın beni nasıl böldüğünü gördüm. Soyut bir kavram olan zaman, ilaç olma özelliğini erteleyerek, somut olan beni öldürdü. Bu cinayetin sorumlusu dışarıda rahatça gezerken, zaman kavramına bağlı olarak cezaya mahkûm ben oldum. Öldürüldüm.

Dünyamı boyamaya karar verdim. Bu süreçte farklı şeyler yaşayarak, farklı renkler elde etmek istedim. Kendi dünyamın farklı renklerden oluşmasını istedim. Aşk, dostluk, seks, nefret, aldatma-aldatılma, yalan, aitlik, din gibi renklerden yeni renk/renkler oluşturmayı denedim. İstediğim sonucu elde edemedim. Bu saydıklarımla dünyasını renklendirenler vardır muhakkak. 70 yıl bir kadınla/adamla geçiren insan, her gece sevişen ve rahatlamanın verdiği hazla tatmin olan insan, insanları öldürmekten zevk alan insan, Tanrı’ya ulaşmayı deneyen insan gibi… Ben bunları tek başına istemedim, farklı sentezler yaratıp dünyamı onunla boyamak istedim.
Denedim.
Bu dünyada insan olmayı denedim, aldığım nefesin, içtiğim suyun hakkını vermeyi denedim. Nefes olmak istemedim, su olmak istemedim. Ama onlar ben olmayı istediler. Başaramadılar. Su kendi gücünü küçümsedi, nefes kendi karakterini görmezden geldi. Benim seviyeme inerek, elde edecekleri basit zaferle kendilerini tatmin etmek istediler. Kandırıldılar.

Defalarca tecavüz ettiler, dövdüler, ezdiler, işkence ettiler, kanını dökerek canını ele geçirmeyi denediler ama başaramadılar. Ruh, izin vermedi. Tüm gücüyle savaştı ve ayakta kaldı. Can verdiği bedeni yeniden eski haline getirebilirdi. Buna güvendi, direndi, başardı.

İlk kez gün ışığı görmenin mutluluğunu yaşıyorum. Tüm bedenimin ısındığını hissediyorum. İlk kez kullandığım gözlerimin ne derece önemli olduğunu fark ediyorum. Yürüyorum, konuşabiliyorum ve en önemlisi tek bir insan olmanın tadını çıkarıyorum. Dünyamı inşa ediyorum ve bu huzurla ölüyorum…

27 Nisan 2011 Çarşamba

YAZMAK NEDİR?

Sürekli yazarım. Uykudan nefret ettiğim için bütün gece bir şeyler karalarım. Aynı zaman da okurum da fakat yazmak çok daha farklı bir duygu. Yazılan her sözcük bir duygunun dışa vurulmasıdır aslında. Her sözcükte çok derin anlamlar yatar. Bir sözdür bazen zaferler kazandıran, bir sözdür bazen insanı yerin dibine batıran. O yüzden her insan konuşur ama her insan yazamaz. Duygular tek başlarına bir şey ifade etmezler. Yazıya dökmek gerekir. Duyguları hayata geçirmek gerekir. Nasıl ki sevdiğiniz insanla birlikteliğiniz bazen bir öpücükle bazen de bir ‘seni seviyorum’la başlar, yazmak da öyledir işte. Ortaya çıkan her yazı, aslında yazarın birer çocuğudur aslında. Özenle bakar ona. Okurlara güzel gözüksün ve net şeyler ifade etsin diye en güzel giysilerle giydirir onu.

Bir cümle hatta bir kelime ile hayatlar değişiyor. O yüzden yazmak kimi zaman aslında bir insanın kaderi oluyor. Kadere karşı gelinmez bilirsiniz o yüzden bazen siz istemeseniz bile yazı yazar kendini. Ortaya çıkar ve sizin kaderiniz oluverir.

Her yazımın hem kendime hem de insanlara birer umut ışığı olması dileğiyle...

24 Ocak 2011 Pazartesi

KARDEŞLİK

Tüm dostlarım, kardeşlerim ve üstadım için. . .

Benim en hassas olduğum konulardan biri üzerinde yazıyorum. Aslında bu yazıyı uzun süre önce yazmam, sözcüklerimi çok daha önceden hayata geçirmem gerekirdi ama olmadı bir şeyler eksikti ve eksik parça tamamlandı. Artık yazıya nefes aldırmanın zamanı gelmişti. Yine de kalemimden ve sözcüklerimden bu gecikme için sizlerin huzurunda özür dilerim.

Dediğim gibi hassas olduğum konulardan birisidir başlıkta geçenler. Tabii benim gibi bu tür değerlere önem veren insanlar da yine benim gibi düşünüyorlar. Neyse, diğer insanlardan ziyade kendi ruh hallerimden bir şeyler paylaşmak istiyorum. Yani bu hassasiyetin aslında ne boyutlarda olduğunu belirtmek istiyorum.

Eksik parçadan bahsetmiştim girişte. Aslında bu yazının hayata geçmesi için o eksik parçaya gerek yoktu. Yani taşlar zaten yerindeydi ama hayat size her zaman adil davranmıyor. İstediğiniz şeyler, hayalini kurduğunuz şeyler gerçekleşmiyor. Sanırım bu eksik parça da yitip giden hayallerimden birisi. Ben ki Celtics’imin doğu sonuncululuğundan bir sene sonra şampiyonluğuna tanık olan insanım. O yüzden umudumu her zaman koruyacağım tabii ki sonuçta hala nefes alıyorum ve bu bile yeterli…

Eksik parça… Aslında gerçekleşmesi hiç beklemediğim bir olaydı. Yani beklemiyordum, hak etmiyordum ama oldu işte. Derler ya olanla ölene çare yok diye sanırım benimkisi de o hesap. Bilirsiniz, iyi bir insanımdır. Hiçbir sevdiğime bilerek, isteyerek asla zarar vermem, onları üzmem, kırmam. Hatalarım elbette olmuştur ve olacaktır da ama bildiğiniz gibi adı üstünde hata yani isteyerek yaptığım bir şey değil. İyi bir insanım derken sakın kendimi beğendiğimi veya diğer insanlardan üstün gördüğümü düşünmeyin sakın. Alçak gönüllülük de benim için önem arz eden değerlerden birisidir. Bu doğrultuda zaten karakterimi, kişiliği biliyorsunuz. Geçenlerde maalesef istemediğim bir olay yaşadım. Gerçekten çok sevdiğim bir insan verdiği sözü tutmayarak arkasına bakmadan bıraktı ve gitti. Benim de hatalarım oldu ama olsun insan verdiği sözü tutmalı değil mi? Hele bu sözü temsil eden nesneye de sahipse, bunu herkese gösterebiliyorsa ama olmadı işte ve gitti.

Anladım ki herkesin ve her şeyin üstünde tuttuğum bu insan maalesef beni kabullenemedi. Beni ben olduğum için kabullenemedi. Ona ters geldim, uyuşmadım sanırım. Olsun canı sağ olsun. Belki sonra döner. Ama diyorum ya dostlar, kardeşler diye işte o fark burada ortaya çıktı. O farkı burada belli etti.

Benim için nedir kardeş peki?
Vefa’nın sadece bir semt adı olmadığı insandır. Yüz üstü bırakıldığında omzunda ağladığın insandır. Çekinmeden ağzına gelen her şeyi saydığın ve bunu sevdiğinden dolayı yaptığını anlayan insandır. Takım arkadaşımdır. Aynı sahada emek verdiğim, aynı amaç uğruna beraber savaştığım insandır. Senin için sofrasına bir tabak daha koyan insandır.
Yılların eskitemediği insanlardır. Uzun süre sonra gördüğünde tüm gücünle sarıldığın, onunlayken kendini güvende hissettiğin insandır. En nefret ettiğin statta elli bin kişiye karşı omuz omuza verip beş kişi dayandığın insanlardır. Küçük bir bardak suyu paylaştığın insanlardır. Para konuşmadığın insandır. Ne olursa olsun, onların olduğu yerde asla sırtının yere gelmeyeceği hissini sana veren, seni her zor durumunda yardımıyla destekleyen insandır.
Sana kardeşim diyip her sırrını paylaşan, sana akıl danışan insandır. Cinsiyet gözetmeden sana her anlamda güvenen, uzakta olsa bile sana hep yakın olan,
yanlışlarını görse bile yüzüne asla vurmayan insandır. ‘Bros before hoes’ felsefemi her zaman benimseyip benden vazgeçmeyen insandır. Aslında bu liste böyle uzayıp gider. Fazla da uzatmama gerek yok. Sadece ilk aklıma gelenleri yazdım.


Ben isterdim ki hayatımdaki o eksik parça hiç eksilmesin, beni ben olduğum için kabullensin ve yola onunla devam edeyim. Ama kendisi gitmeyi tercih etti. Dedim ya yapacak bir şey yok ben yine beklerim, bekliyorum da o sorun değil. Ama beni her daim bekleyen insanlar var zaten. Dostlarım, kardeşlerim var. Benimle üzülen, benimle sevinen insanlar var. Sevenlerimin olduğunu bilmek, ailemin sadece anne, baba, kardeş üçlüsünden olmadığını bilmek beni öyle mutlu ediyor ki.

Zaman geçer, insanlar değişir, dünya değişir. Bunlar olur. Ama benim adıma değişmeyen ve asla değişmeyecek şeylerin olduğunu bilmek çok sevindirici şeyler. Kadim dostlarım var, kardeşlerim var hatta üstadım olarak gördüğüm canımdan çok sevdiğim, benim için İzmir’in tek güzel yanı olan birisi de var
:)

Gerçek dostluklar kötü anlarda belli olur derler ya. Ben dostlarımı, kardeşlerimi biliyorum. İyi günde kötü günde her daim benimleydiler ve olacaklar.

Kardeşlik demişken 24 Ocak günü 22.yaşına girecek Burak Küçükçerçi kardeşime buradan nice seneler dilerim. Onunla birlikteliğim çok eskidir ama sağlamdır, candır, canandır kendisi. Bu yazıyı en çok atfettiğim insanlardan biri olup, yazmamı sağlayan kişidir.

Yazımda bir tane dışında hiç isim kullanmadım. Birilerini unutup onları az da olsa kırmak istemedim. Benim kardeşlerim, dostlarım ve tabii ki üstadım kendilerini çok iyi biliyorlar:)

Son olarak; bu yazıyı tamamen içimden geldiği için yazdım. Yani insanların beni bu kadar sevmesi ve kabullenmesi gerçekten harika bir şey. Geçen yıllara, değişen dünyaya ve en önemlisi hatalarıma rağmen beni asla unutmayan ve unutmayacak insanlara olan minnetimi bir parça da olsa burada göstermek istedim.


İyi ki varsınız...

Not: Kendimi Hall of Fame gecesinde konuşan James Hetfield gibi hissettim. Tabii ki biraz havalandım o da ayrı bir konu:)

Not#2: R.I.P Cliff Lee Burton